İnsanlaşma Sürecinde Tahakküm-Hegemonya

Sosyal medyada, "Toplumsal Ekoloji" sayfasında; "Doğanın tahakküm altına alınması, insanın insana tahakkümüne mi ya da insanın insana tahakkümü doğanın tahakkümüne mi yol açtı?" diye sorulmuştu. Yani, İnsana ya da doğaya tahakkümde bir öncelik sonralık durumu olmuş muydu?

Hüseyin Arı'nın bu sorusuna bir yanıt verme gereği duydum. Bir şeyler yazmaya başladığımda açıkcası bu konunun bir iki cümleyle geçiştirilmesi bana uygun gelmedi.

Bu arada Reha Alpay"ın, Hüseyin Arı'nın sorusuna yanıtı geldi. " Murray Bookchin'in Toplumu Yeniden Kurmak adlı kitabını okumanı öneririrm. İlk toplumlarda ya da organik toplumlarda doğayı tahakküm altına almak düşüncesi yoktu"

Hüseyin Arı ise, "Ben ilk toplumlarda bu düşünce vardı demedim zaten. Hangi tahakkümün diğerinin önünü açtığı sorusuna bir cevaptı sadece." diye belirtti.

Reha Alpay'a ben de, "İlk toplumlarda tahakküm düşüncesi yoktu ama nesnel durum şudur;

"İnsan alet yapan aletler geliştirdikçe, kendi evrimine müdahaleyi başlatmıştır. 

Bu doğaya tahakkümün başlangıcıdır kanısındayım." diye not düştüm.




Murray Bookchin en temelde bize ekolojinin toplumsal bir problematik olduğunu, toplumsal ilişkilerde bir değişim olmadan ekolojik sorunların çözülemeyeceğini anlatarak bunun büyük resimde bir uygarlık değişimine denk geldiğini gösterir. Bunların temelinde öncelikle, insanın insana tahakkümünün doğaya tahakkümü getirdiği tezine götürür.

Öncelik sonralık içeren bir soru şekli aslında bizi kısıtlayan ve içiçe geçmişliği algılamamızı engelleyen bir dizgedir.

Soru zamana mekana,, tarihsel döneme ve coğrafyaya göre farklı şekillerde yanıtlanabilir. Bu yüzden bu soru bir quantum sorusu gibi "hem o hem bu, hem o değil hem bu değil" şeklinde bir yanıtı beraberinde getirmekte.

Tahakküm denilince bugün bize yaşattığı acılı süreçlerden başka bir şey göremeyişimizin getirdiği anarşizan tutuma sarılmaktan vazgeçemiyoruz. Bugünkü antiotoriter yanımızın ilk topluma geçişte hegemonyanın oynadığı tarihsel süreci savunabileceği aklımızın ucundan bile geçmemiştir.

Herşeyden önce "tahakküm", "doğa", İlk toplum" kavramlarında netleşmek gerektiği açıktır. İnsan ve doğa ilişkisi sözkonusu olunca, "Tahakküm" baskı kurma, boyun eğdirme, üzerinde söz sahibi olma, egemenlik, kendi yararına kullanabilir olma, değişimi yönlendirme, üzerinde bir güç olma anlamlarıyla geniş ele alınmalı. 

İnsan doğanın bir parçası olarak aynı zamanda doğanın kendisidir. Dolayısı ile kendisini hegemonya altına alması doğayı da hegemonyası altına alması anlamına da gelir. 

Öte yandan doğa içinde etkin bir güç haline gelen insan, tarihsel süreçte kısıtlı çevresinde doğaya egemenlik sağlamış olan insan, Tsunamiler, yanardağ patlamaları, meteor çarpmaları, Güneşteki patlamalar, Radyasyon, vb birçok doğal etkenler karşısında yaşamını kolay sürdüremediği görülmektedir. Dinazorların başına gelenin insanın başına da gelebileceği dünkü, "Doğa" karşısında "egemen" görünen insanınzavallılığını da görmek gerekir.  Ölümcül bir virüs salgını karşısında hiç egemen gibi gözükmemektedir. Doğa karşısında egemenliğimiz belki de doğanın verdiği izin kağıtlarını okuyabildiğimiz ve o izin kurallarına uyabildiğimiz kadardır.

"Doğa", kavramı ise insanın tarihsel açıdan sürekli değişen farklılaşan ilişki kurabildiği çevreyi ve aynı zamanda parçası olduğu bu çevrenin niceliksel ve niteliksel yapısını kapsamaktadır.

Ele aldığımız doğa Ormanlarla çevrili köyünden dışarı çıkmamış birinin doğası mı, İlk köylerden Ur, Uruk, Eridu'dan suların ötesine gidip dönen Gılgamışın doğası mı, Okyanusların ötesine gidip gelen Odissea'nın doğası mı,  Mars'taki ince katmanların yapısını ayırdedebilen insanın doğası mıdır?

İlk toplum (İlkel toplum) kavramından sürüyü anlamamak gerektiğinde anlaşmalıyız.

Sürüyle toplum olma arasında en temel fark organize olmakla ilgilidir. Bir klanın üyesi olmakla yaşanabildiğinin, yiyecek barınaktan önce dayanışmanın geldiğinin bilincine sahip bireylerden örülü bir topluluktur. Ilk toplumlar.

Sürü'den farklı olmak, bir toplum olmak kurallarla organize olmuş bir topluluk demektir.

Sürü'den farklı olarak bir klanda yaşamak bir Ana'nın gözetiminde bir Ana'nın izniyle ve o Ana'yı kollayarak koruyarak gözeterek olur. Ilk toplumun yaşam kaynağı Ana'dır. Kutsal kural koyucu odur. Onun hegemonyası klanı yaşatır. Egemen de Ana'dır, büyücü de Ana'dır, Sözü ise kuraldır. Çok isteyenler bu kurallar bütününe "din" diyebilir ama ben bunu kapitalist yakıştırma tarihi eğip bükme diyorum. 

İnsanlaşma sürecinin bu ilk toplulukları tahakkümün erk anlamı içermediği koruma kollama yaşatma amaçlı anacıl bir toplumu ifade etmektedir.

(İlk toplumların Anacıl toplumlar olarak belirtilmesi gerektiği fikri İbrahim Eren'e aittir. Bknz; Radikal Demokratik Yeşiller Partisi Program Taslağı. )https://yesilbarisradikaldergi.blogspot.com/?m=1 )

İlk toplumları sürüyle karıştırmamak gerektiği gibi, M.Ö. 6, 4 binlerin Anaerkli Çatalhöyük toplumundan da ayrı ele almak gerekir. Burada boğaya "erkeğe ve de doğaya hükmeden iktidarı elinde tutan bir Anayla karşı karşıyayızdır. Bu "Hükümet Kadın" iktidarını Amazonlaşarak erkeğe karşı savaşarak kaybeder. Güc M.Ö. 3 binlerde  "Karasaban"ı kullanarak bereketi ele geçiren, doğaya hükmeden kadına hükmeden erkeğin eline geçmiştir. (Doğal tarımı savunurken övdüğümüz karasabanın toplumsal ilişkilerde oynadığı ilerici ve gerici rolleri birlikte düşününce hayretler içinde kalırız.) Tunçtan Tanrılar Kilden Kibeleye üstün gelmiştir. Ve Tanrılar devasa başak tarlalarını suları dizginleyerek kanallara sokarak bağları bahçeleri sulayarak üretimde çığır açmışlar kadını öküzün yanındaki yere hapsetmişlerdir.

Erkeğin bu şımarık çiğ başına buyruk hegemonyası belki de bu ilk bolluktandır. 3 milyon yıllık insanlaşma sürecinin yaşamla özdeşleşen ve kutsallaşan Kybelemiz bereket sembolünü erkeğe devretmek zorunda kalmıştır ve o zamandan beri  "Bereket versin" erkek terimidir.

Doğaya tahakkümün anlaşılması için en başına gitmek gerekir ve süreci sürüden ilk topluma geçişten ele almak gerekir.

Afrika'da ağaçlarda sürü halinde dört elle daldan dala konarak yaşarken, ağaçların seyrekleşmesi, kuraklıklar, suya ve ota köke yemişe ulaşımın zorlaşması, orman yangınları vb etkenler yerde yaşamak zorunda kalınmasını getirmiş olabilir.

Doğada iki ayak üzerine yürümeyi sıradan bir hareket yeteneğine dönüştürmesi kendi doğasına kendinin verdiği tepkiyle evrimine bilinçsizce olsa da ilk müdahalesi sayılabilir. Kaldı ki bu süreç kuyruğun terkedilmesini getirmiştir.

Bulunduğu bölgedeki koşullara uyum sağlamak kimi türler için yeterli olurken kimi türler için yeterli olmayabiliyor. Kuşların göçmenliği buna bir örnektir. Kuşlar koşullara üstün gelmek yerine yaşama uygun koşullarda olan bölgelere giderek yaşamanın yolunu bulmuşlar. İnsanlar ise hem uyum sağlamayı hem göçetmeyi hem de diğer hayvanlardan farklı olarak koşullara üstün gelecek bir çabaya girişmeyi birlikte uygulamışlardır. Doğada insandan başka hiçbir hayvan diğer hayvanın derisini yüzerek kendine giyecek yapmadı. İnsandan başka hiçbir hayvan yanan bir sopayla aslanın saldırısını püskürtmedi. Dahası insandan başka hiçbir hayvan ateş olmayan bir yerde ateş yakamadı.

Bu açıdan bakıldığında insan doğaya üstün gelerek yaşamayı haketmiştir, İnsan önce doğaya hükmetmiştir, sonucuna da varılabilir.

Bunları tartışmadan önce "Doğaya tahakküm" kavramını öncelikle açmak gerek. Bu kavramın en geniş hali etki etmeyi içerebilir. Doğanın değişimine her canlı etki etmektedir. Bu doğaldır. Etkinin boyutlarının büyümesi bize tahakkümü anlatabilir. Bu boyutlar ise koşulları kontrol altına alabilmeyi ya da değiştirebilir olmayı içerir.

Buradan "Doğaya tahakküm"ün, aşama aşama gerçekleştiği kanısına varırız. İlk aşamada bence alet yapan aletler geliştirmesi kendi becerilerini geliştirerek kendini doğadan özgürleştirmesi doğaya tahakküme giden yolun da başlangıcıdır.

İki ayak üstünde hareketin yoğunlaşmasını gerektiren şeyler sürekli yer değiştirme, güvenlik koruma ve korunma, saklanacak yer bulma barınma gereksinimlerini karşılama çabasıdır.

İlk olarak, insan toplayıcı olarak yaşadı.Burada bir tahakküm yoktu.Yaklaşık 3 milyon yıllık yaşamın içinde yaklaşık 200 bin yıl önce avlanmaya başladı. Av doğada zaten insandan önce de diğer canlılar arasında vardı.. Avın tahakküme dönüşmesi kanımca hayvanları onlar için kölelik demek olan evcilleştirmeyle oluştu. 

"Teorik olarak her canlıyı evcilleştirmek mümkündür: Zira evrim var olduğu sürece, ona hükmetmek de teorik olarak mümkün olacaktır. Canlılık var olduğu müddetçe, evrim var olmak zorunda olduğu için, evcilleştirme de otomatik olarak bir olasılık olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak elbette ki insanlar kör bir şekilde önüne gelen her hayvanı evcilleştirme çabasına girmemişlerdir. Tarihsel olarak evcilleştirmeye çalıştığımız hayvanların çeşitli özellikleri vardır: bizlerle dostluk kurmaları, ekonomik değerleri olması, vb. Benzer şekilde, bazı canlıların evcilleştirmesindense özellikle kaçınmışızdır; çünkü evcilleştirme genellikle 1 insan ömründe olabilecek bir şey değildir ve çok sayıda insan neslinin dahil olması gereken, karmaşık ve zor bir süreçtir. Üstelik zeki ve büyük memeliler insanlara tehlike arz edebilirler. " ( Evrimagacı, https://evrimagaci.org/evcillestirme-ve-ehlilestirme-neden-bazi-hayvanlar-evcillestirilirken-bazi-digerleri-evcillestirilemez-4591 )

Hayvana verdiği yiyecek hayvandan sağladığının yanında hiç kalıyordu. Bu durum hayvanı doğrudan "artık ürün"e dönüştürdü. Doğada insan emeği kendi ihtiyacı olan kadarını ürettikçe doğaya bir tahakkümden sözedilebilir mi edilemez mi? M. Ö. 12, 10 bin yılları. 

Doğa canlılara hayatta kalacak kadar faaliyet hakkı tanımış zaten. İlk üretime geçiş doğaya bir müdahale olarak tahaküm içer miyor mu? Hem evet hem hayır!

İnsan emeğinin kendi ihtiyacından fazlasını üretmeye başlamasıyla köleci toplum başladı.

Dolayısı ile insan, "artık ürün" üretmeyi başardığında, doğaya tahakkümden net olarak söz edilebilir. M.Ö. 4 bin, 3 bin yılları... Doğaya tahakküm "artık ürün"de ayrıştırılamaz halde içkindir.

Bu da demektir ki doğaya tahakküm süreci insanın kendi evrimine etki etmekle başlamış kendisini evcilleştirmeyle sürmüş, hayvanı evcilleştirerek ve veya ehlilleştirerek şekillenmiş, tarımda artı ürünün oluşturulmasıyla insanın insanı kadını köleleştirmesiyle ataerkil tahakküm ve sınıfsal tahakkümle doğanın tahakkümü içiçe geçmiştir.

Bugün ekolojik yıkımların sorumlusu olarak tüm bu tahakkümlerin bileşkesi siyasi tahakkümde somutlanmaktadır. Doğaya tahakkümün en büyük aracı olarak ise, siyasi tahakkümün emrinde siyasallaşmış bilim ve teknoloji bulunuyor...

Bu tahakküm aracının toplumsallaştırılmasına ve bireysel kontrole uygun hale getirilmesine, ve veya parçalanmasına deforme edilmesine ihtiyaç var.

Bu da siyasi tahakkümün doğrudan demokrasinin kontrolüne girmesiyle olanaklı olabilir. 

Sonuç yerine söylenebilecek ne yazık ki bir değil birden fazla birbirinden farklı birbiriyle bütün yanıtlara ulaştık. Başlarken uyardığımız gibi quantum sorusuydu hegemonya sorusu. Yanıt hem o hem o değil, hem öyle hem öyle değil.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

9. Yılında, Gezi Direnişi'nin Başarısı ve Dersleri Üzerine

Gerçeği aramak ...